Aşk bütün toplumlarda insanın başına gelebilecek olan en güzel beladır. Aşkı tatmamış olanların çok şey kaybettiği bu dünyada, aşkın lezzetini alanların bu lezzet uğruna feda edemeyeceği ne makam, ne ülke, ne toprak vardır. Aşk bağlanmadır, dünyevi aşk olduğu gibi uhrevi aşklarda çok ama çok değerlidir. Yunus Emre’nin, Mevlana’nın saf tertemiz aşkları uhrevidir. Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun’un aşkı dünyevidir. Dünyevide olsa uhrevide olsa samimi ve gerçek aşklar nesilden nesile anlatılır ve ölümsüzdür.
“Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ itsem n’ola?
Nice demlerdür esir-i iştiyâkıdur gönül”
Diyor Şair Nef’î. Ne anlatılıyor bu beyitte;bir nefescik olsun o güzel yüzü görmek için bin canım olsa da kurban etsem yeridir. Gönül nice zamandır onun arzusuyla yanıp tutuşuyor esiri olmuştur.
Bu yazımda sizlere savaşılmadan Abdurrahman Gazi ile Aydos tekfurunun kızı Martina arasında yaşanan aşkı ve bu aşkın neticesinde savaşılmadan alınan Aydos Kalesi’nin fethini anlatmaya çalışacağım. Aydos kalesi, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmişti. O zamanki adı “Aetos” (Αετός), Yunancada “kartal” anlamına gelen kale, İstanbul ile Anadolu coğrafyası arasında ana geçiş güzergâhı üzerinde yol güvenliğinin sağlanması için yapılmış coğrafi ve stratejik konumu ile bölgenin en önemli güvenlik noktasıydı. Stratejik konumu nedeniyle, ortaçağda ve sonrasında uzun bir süre bir merkez olma niteliğini korumuştur. Tarihte Asya-Anadolu tarafıyla, İstanbul-Avrupa arasındaki ana ulaşım yolu bu bölgeden geçtiğinden, bütün askeri ve sivil ulaşım açısından büyük önem taşımaktaydı. Aydos kalesi ve dolayısı ile Sultanbeyli 1328 yılında Orhan Gazi’nin emriyle, Abdurrahman Gazi komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından ele geçirilmiştir. Kalenin fethinden sonra bir süre Osmanlı askeri üssü olarak kullanılmış olsa da 1453’te İstanbul’un fethinden sonra kale stratejik önemini yitirmiş ve terk edilmiştir.
Divan Edebiyatımızın Usta Şairi Bakî ise
“Derd-i aşkı gayrıdan sorma ne bilsin çekmeyen;
Anı yine aşık-ı nalana söylen söylesin”
(Aşk derdini başkalarından sormayın. Aşkı çekmeyen onun ne olduğunu ne bilsin? Siz onu yine inleyen aşığa sorun ki, size hepsini bir bir anlatıversin) der. Aşık insan fedakardır, tavizkardır, kendinden ödün verendir, yeter ki sevdiğine kavuşsun.
Abdurrahman Gazi ile Aydos Tekfurunun kızı Martina arasındaki aşk da fedakâr ve tavizkar olan taraf kızdır. Rüyasına giren ilahi bir görüntü ve sesin, muştunun peşine düşmüş kaleyi düşmanlarına teslim edebilme derecesinde aşkına teslim olmuştur.
Hoca Saadettin’in Tâcü t-Tevarih eserinde Aydos Kalesinin Abdurrahman Gazi ve Tekfurun kızı Martina aşkı ile alınışı ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. İsmet Parmaksızoğlu’nunsadeleştirmesi ile Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları arasında 1992 yayınlanan Tâcü t-Tevarih’te Aydos kalesinin aşkla fethi şöyle anlatılmaktadır: “Bu kalenin bahtı kötü tekfurunun pek hünerli bir kızı vardı. Bir gece altın sarısı saçlarını parıldayan ay ışıkları gibi, yatağının bulutları andıran örtüleri arasına gizleyip, baygın gözleri uykuya daldığında bir rüya gördü. Güzellikler örneği bu düşte o, ansızın can alıcı, dar ve derin bir kuyuya düştüğünü sandı. Kendini kurtarmak için tutunacak bir şey, bir çıkış yolu bulamadı. Ne kadar bağırsa, ne kadar çağırsa da, yakınlarından kimse onun çığırışlarına cevap vermedi. En sonunda bu korkunç kuyunun ölümüne sebep olacağı kuruntusuyla umudu kırıldı, çırpınmaktan da vazgeçti. İşte bu sırada, gördü ki yanında nur gibi parlayan bir genç, mısraında denildiği şekilde, karanlık kuyunun kenarına gelip, onu bu tehlikeli çukurdan bir yiğidin çıkardığını, selamet kıyısına aldığını, kana bulanmış elbiselerini soyarak, güzel elbiseler giydirdiğini gördü. Dolunay kadar güzel kız, rüyadan bu duygularla uyandıktan sonra, kendisine bunu yoracak bir kimseyi düşünürken, rüyadaki delikanlıya tutulduğunu aşık olduğunu anladı ve artık onun aşkından bir yerde duramaz, karar edemez oldu.”
“Gönül alıcı, ay gibi güzel, pırıl pırıl parlayan aydın bir günde, içini karartan kederleri bir parça olsun dağıtmak için, kale üzerinde dolaşıyordu ki birden, aşağıda, zaferleri gölge edinmiş Türk askeri önünde dimdik duran Abdurrahman Gazi’yi gördü. Günlerdir aşkından tutuşup yandığı, uğruna şaşkına döndüğü delikanlının, bu, din yolunda savaşanların başbuğu olduğunu anladığı gibi, gördüğü rüyanın yorumunu da kendisi kavramış oldu. Artık onun için, Müslümanlar arasına katılmanın gerektiğini fark edince, bildiği Frenk yazısı ve güzel uslûbu ile durumunu bir bir yazdı. Bu mektupta Müslüman olmak istediğini belirterek, en sonunda da dileğiniz bu kaleyi almak ise, şimdi kaçarcasına kalenin önünden çekiliniz ve filan gece, birkaç yiğitle gizlice duvarların altına geliniz, o zaman kaleyi kolaylıkla ele geçirmiş olursunuz demişti. Pek çok yalvarışlarla dolu olan mektubu bir taşa sardı ve askerlerin arasına fırlattı. Mektup sür’atle uçan bir kuş, bir haber güvercini gibi, zaferleri rehber edinen askerin önüne düşünce, mıknatıs taşıymışçasına bulunup, Abdurrahman Gazi’nin doru atının özengisine ulaştırıldı. Bu tedbirli yasağcı (asker) hemen mektubu alarak Akça Koca’nın yanına gitti. Mektub yazıdan anlayanlara gösterildi.” (mektubun) “içindekiler anlaşılınca, konu tartışıldı ve sonunda kaçış planları şöyle düzenlendi. Kalenin etrafını yakıp yıktıktan başka, Samandıra kalesini de ateşe vurarak düşmana, Türklerin bölgeden çekildikleri kanısını aşılamış olmayı, bir şeyden çekindikleri için kaçmış oldukları zannını vermiş bulunmayı öngördüler. İş bundan sonra kararlaştırıldığı şekilde yapıldı. Allaha yakarmasını bilmeyen kaledeki kalabalık ise, durumun böylece gelişmesini, korku ve yılgınlık olarak değerlendirdiği için iyş ü işrete daldı, sonun nereye varacağından habersiz keyfe düştü.”
“Abdurrahman Gazi, mektupta belirtilen gece, yanında seksen dilâver bahadır olduğu halde kale altına geldiği zaman, salına salına yürüyen o dilberin kale burcundan onları gözetlemekte olduğunu gördü. Sevincinden coşarak, sözünün eri kızın bulunduğu tarafa seyirtti. Dalga dalga saçlı güzel yavru, oynaşmayı dileyen tatlı kumru, bezgin zülfü gibi bir kemendi hemen aşağıya sarkıttı. O anda, adı dünyayı tutan yiğit, aşka tutkun kişilerin yaptıkları gibi, örümcek misali kemende yapışıp peri yüzlü dilberin elini öpmek, gül yüzünü görmek heyecanı ile kale üzerine tırmandı. Ardından birkaç bahadırı daha kaleye çekip çıkartınca, ay yüzlü güzelin tavsiyesine uyarak kale kapılarını bekleyen askeri tepelemek üzere aşağıya koştu. Sızmış uyuyan kapıcının yatağında buldukları kale anahtarları ile gereklere gerek olan Tanrının yardımı sonunda, hisar kapısını açarak dışarıdaki yoldaşlarını da içeri aldı. Sonra da işi eşkiyalık olan tekfurun sarayına saldırdılar. Gurur şarabıyla başı dumanlı tekfur keyfinde, döşekte yatarken yerinden, benzeri olmayan bu kale de kılıçların döktüğü sularla müşriklerin pisliklerinden temizlenmiş oldu.”
“İşi kötü olan tekfur ile güzellikler örneği kızı ve ele geçen yığınla mal, ikbal sahibi Sultan Orhan’ın otağına geldiği zaman, keremli padişah, âlemin tek sahibi yüce Allah’a şükürler etmiş ve gönüller alan güzel kızı Abdurrahman Gazi ile nikâhlamış, sayısız armağanlarla onu mutlu kılmış, baş tacı eylemişti. İki sevgilinin mutlu birleşmeleri sonunda Kara Rahman adıyla tanınan yiğitlik örneği bir oğulları doğdu. Bu delikanlı bahadırlıkta kendini öyle gösterdi, öyle ileri gitti ki, onun yüzünden İstanbul’da yaşayan kâfirler, rahat ve huzuru unutmuşlar, uykuyu gözlerine haram etmişler, analar da çocuklarını Kara Rahman geliyor, seni kapacak diye onun adiyle korkutur olmuşlardı.”
Eeeee ne diyelim aşkla feth edilen Aydos Kalesi’nin ölümsüz aşıkları Abdurahman Gazi ile Tekfurun Kızı Prenses Martina’nın mutluluğu bu hikayeyi okuyanlarında mutluluğu olsun. Ez cümle onlar ermiş muradına birde çıkalım kerevetine…