Osmanlı Devleti’nin payitaht şehri, dünyaya yön veren kentlerin merkezi, oryantalistlerin gizemli şehri İstanbul’da sosyal hayat her zaman canlılığını korumuş, insan manzaraları her zaman araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Eski İstanbul’un gündelik yaşamında Hanımların yeri bir başka yansımaktadır. İstanbul’un kibar hanımefendilerinin davranışları ve siluetleri minyatürlerde, gravürlerde, kartpostallarda ve tablolarda görsel olarak günümüze gizemli, insanı etkileyen, davranışı ve duruşu incelenmeye değer bir görüntü içermektedir.
Eski İstanbul’un hanımefendileri gündelik yaşamda çok ön plana pek çıkmazlardı. Hanımlar, eşlerinin sultanı, evin mutlak hakimi, çocukların annesi ve sevgili olarak karşımıza çıkmaktaydı. Ayrıca Hanımefendiler, anne, nine, hala, teyze ve kerime (gözbebeği) olarak da gündelik yaşamda yerlerini almaktaydı. İstanbul’un çarşı pazarlarında fazla göze batmayan hanım manzarası yapılan vakıf eserler ile tam bir tezat gösterir. İstanbul’un mimari siluetine damgasını vurmuş Haseki Sultan, Mihrişah Valide Sultan, Bezmialem Valide Sultan, Hürrem Sultan, Pertevniyal Sultan, Nurbanu Sultan, Neslişah Sultan, Adile Sultan ve benzerlerinin vakıf eserleri günümüzde hâlâ canlılığını korumakta olup, bu açıdan bakıldığında İstanbul’a “Hanımlar Şehri” dense yeridir.
Kayıklar ise, suyun üzerinde kayıp giden küçük tekne olarak tarif edilmektedir. kayık belirli bir cins ve tür adı olmayıp, İstanbul şehir sularında , insan ve eşya taşıyan, küçük ölçekli ulaşım vasıtalarının hepsinin genel adıdır. Kayık halkın kendiliğinden bulduğu ve türettiği, som Türkçe bir isim olarak karşımıza çıkar.
Eski İstanbul’un gündelik yaşamında kadınlarımızın kayıklarla olan münasebetleri, bu ulaşım vasıtasıyla kadınlar arasında kurulan benzerlikler, kadınlarımızın kayıklarla ulaşımı ve oryantalistlerin gözüyle kayık-kadın gibi konularda bilgiler vermeye çalışacağım.
İstanbul Hanımefendileri gündelik hayatta feracelerinin içinde ve peçeli bir vaziyette yer alırken kibar, nazik, mesafeli ancak içten, gösterişli ama abartılı değil, kapalı ancak sanatsal duruşu olan, göze ve duyguya hitap etmeyen, nezaketli ve nezafetli kimselerdi. Aynı şekilde boğazın sularında ulaşımı sağlayan kayıklarımızda, süslü ve gösterişli ama abartılı değil, nazenin ve incelmiş bir medeniyetin ürünü olarak, kuğu gibi süzülerek İstanbul halkına hizmet etmekteydi.
Kayıklar ile hanımlar arasında karşımıza çıkan ilk benzerlik bugünün lüks deniz taksisi denebilecek özelliklere sahip olan özel piyadelere zarafetinden ve süratinden dolayı “Hanım iğnesi” de denmesiydi. Hanım iğneleri, saray ve konakların özel deniz aracı olarak, zarafet ve güzelliği ile hanımlara özgü övgüleri ve ismi almaya hak kazanmıştı. Birbirlerini ziyaret etmek dışında harem kadınlarını en çok heyecanlandıran gezmeye gitmekti. Genellikle bahar aylarında, “Hanım iğnesi” denilen kayıklarla gidilen pikniklere kadınlar günlerce hazırlanırlardı. Öyle ki, yiyecekten içeceğe kadar, hatta dilenciye verilecek paraya kadar en küçük ayrıntı defalarca gözden geçirilirdi. Piknik alanlarında ise portatif kurulan kafesler arkasından meddahlar, ortaoyuncular seyredilirdi. Saray kadınlarının bindiği bir başka kayık da “Kırlangıç” kayığı olup, bunlar hafif, süslü ve seri hareket eden teknelerdi.
İstanbul doğumlu, çocukluğu ve gençliği Boğaz sularında geçmiş bir grafik tasarımcısı olan Teri Sonman hazırlamış olduğu kitabında Boğaziçi’ndeki kayıkları alımlı ve güzel bir kadına benzetmiş olmalı ki; eserine “Su Yolu’nun Dilberleri” adını vermiştir.
Daha önceki bazı yazılarımda Boğaziçi’nin vazgeçilmezleri olan kayıkların suya batıp çıkarak ilerlemelerini “Boğaziçi’nde Su Perileri ile Dans” olarak nitelemiştim. Çünkü uzaktan bakıldığında zarafeti ve inceliğiyle ünlü kayıklarımız; çok güzel, alımlı, becerikli bir kadın gibi suları yararak hedefine ulaşan, (Hz. Yusuf’un güzelliğiyle anılan eşi Züleyha misali) suların ritmiyle dans yapıyor gibi hareket eden varlıklardı.İstanbul’a gelmiş birçok yabancı seyyah ve gezgin Boğaziçi’nin vazgeçilmezlerinden olan piyade kayığını, alımlı güzel ve becerikli bir kadına yani su perisine benzetmektedirler.
Eski gravür, kartpostal ve tablolara baktığımızda kayık ve kadın temasına sıkça rastlamaktayız. Bunlardan Abdülmecid Dönemi İstanbul’unun ressamı, Germain Fabius Brest birçok tablosunda kayık ve kadın motifini işlemiştir. Paris 1880 Salonu’na “Boğaziçi’nde Kayıklar” adlı eseriyle katılan sanatçı, 1882 Salonu’na “Boğaziçi’nde Türk Kayıkları” konulu iki resim göndermiş, aynı konuyu 1896 Salonu’na verdiği resminde de tekrarlamıştır. Osmanlı Saray Ressamı Fausto Zenaro, Ressam Jean Brindesi, Amadeo Preziosi gibi ressamların tablolarında sıkça karşımıza deniz ve kadın, hanımların kayık sefaları fırçalardan tuvale dökülmüştür.
Bu ressamlardan İtalyan Oryantalist Amadeo Preziosi’nin resimlerine bakıp da ‘bir zamanların İstanbul’unun’ nostaljisine kapılmamak olanaksız gibi. O Preziosi ki İstanbul aşkı uğruna ülkesini terk etmiş, diğer oryantalistlerin aksine yolcu değil hancı olduğu için kenti yaşamış ve “görmüş” ve tablolarına taşımıştır.
Her üç ressamın, kayıkla yolculuk eden hanımefendileri resmettiği tablolarında ortak değer hanımların feraceli ve peçeli oluşlarıdır. Ayrıca kayıklarda yolculuk ederken yanlarında uşakları bulunur ve hamlacılarda kürekleri çekerlerken hanım müşterilere bakmamaya özen gösterirler. Hamlacılar için kural hanım müşterilere bakmadan sağ veya sol omuz hizasından başka yöne bakması şeklindedir. Ancak buna rağmen hamlacılar küreklere asılırken, denizde rüzgârın etkisiyle peçeleri açılan dünya güzeli İstanbul hanımefendilerine ve onların bazen ela, bazen siyah gözlerine baktıkları izlenimini de uyandırıyorlar. Her şeye rağmen hamlacılar, kibar hanımefendilerin kendilerinin dengi olmadığını bilecek kadar mütavazi ve medeni insanlar olarak tablolardaki görüntülerinde bizleri selamlamaktadırlar.
Boğaz’da hizmet gören kayıklardan bir kısmı köşklü, bir kısmı da köşksüz olurlardı. Kayıklardan köşksüz olanlarında yaz günleri üstü al canfes şemsiye kullanılırdı. Özellikle tatil günlerinde Küçüksu, Sa’dabat, Eyüp Sultan, Eminönü ve Üsküdar sahillerindeki kayıklara hanımefendiler bindikleri zaman güneşten etkilenmemeleri için rengarenk şemsiyelerini açarlardı. Rengarenk açılmış şemsiyelerle birlikte hareket eden kayıklar suyun üzerinde çiçek bahçesini andırırdı. Açılmış şemsiye ile hareket eden kayıklar; bazı gözlemcilere göre denizin üzerine işlenmiş mavi zeminli gül, karanfil ve lale motifli ebru sanatının icra edildiği izlenimi uyandırmaktaydı. Ancak bu şemsiyeli hanımefendiler sarayın önünden geçerlerken şemsiyelerini kapatmak zorundaydı. Bazı kaynaklarda Padişah’ın ve devlet ileri gelenlerinin güvenliği açısından değerlendirilirken, bazı kaynaklar saygıdan dolayı şemsiyelerin kapatıldığını söyler.
Hanım yolcular ile erkek yolcular aynı kayığa binmeleri yasaktı. Ancak Pazar kayıklarında durum biraz farklı olurdu. Pazar kayığının baş tarafına erkek yolcular, arka tarafına da kadın yolcular otururdu. Fausto Zenaro’nun “Haliç’te Kayığa Binen Kadınlar” tablosunda görüldüğü üzere kadınlar iskeleden kayığa binerken kayıkçılar yardım için ellerinden tutmaz, kadınlar kayıkçının omzuna hafifçe tutunarak binerdi. Kayıkçı esnafında ana kural hanımlara el verme yok, omuz verme var şeklindeydi. Hamlacılar kayığına aldıkları konuklarını hep bir ağızdan selamlar, marşlar söyler, komutlara uyarak hareket ederlerdi.
Kayıkçılar Kethüdásına emirdir:
Genç kadınlar ile delikanlılar aynı kayıklara binip gezmesinler diye kayıkçılara daha önce de tenbihte bulunmuştuk. Üstelik, fakir ve ihtiyar kadınlar pazar kayıkları ile karşı sahile geçmek istedikleri zaman bazı kişilerin engellemesiyle karşılaşır ve bu yaşlı kadınlar rencide edilirlermiş.
Bütün bu hadiseleri işittim ve buyurdum: Fermanım eline ulaştığında bu konuyu gereken önemi veresin, pazar kayıkları ile karşı yakaya geçmek isteyen fakir ve ihtiyar kadınları rencide ettirmeyesin, genç kadınların kanuna muhalif olarak kayığa delikanlılarla binmelerini ve gezmelerini de engelleyesin. Kayıkçılara bu emrimi tenbih edesin ve eskiden gönderdiğim fermanları da hatırlatarak uyanık olasın.
1 Aralık 1580 (Üçüncü Murad’ın fermanı. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ndeki 32 numaralı Mühimme Defteri’nden).
Mehmet MAZAK
Araştırmacı Yazar