Oldukça iddialı bir denklem oldu sanırım. Ama gerçeğin daha yalın bir tanımını yapmak da pek mümkün değil çünkü insanlar, tarihin görece yakın bir döneminden itibaren bir araya gelerek birlikte yaşamaya; kabileler, boylar ve devletler halinde örgütlenmeye başlamışlardır. Bu örgütlü yapılar, varlıklarını sürdürebilmek için “kaynaklara” ihtiyaç duymuş, bu ihtiyacı kendi varlıkları ile karşılayamaz durumdaysa etrafına bakınmış ve etrafında var ise onu elde etmeyi amaçlamıştır. Tam bu noktada, “savaş” denen ve bin yıllardır insanoğlunun en büyük “acı” kaynağı haline gelen olgu ortaya çıkmıştır. Savaş olgusunun ortaya çıkışı, pek çok yeni kavramı doğurmuştur. İnsanlar, gölgesinde örgütlendikleri devletlerden; “korunma, sağlık hizmetleri, adalet, inançlarına saygı” gibi beklentiler içine girmişlerdir. Eğer devletleri olarak benimsedikleri yapı, onların bu beklentilerini karşılayabilmişse insanlar “mutlu” olmuşlardır. Değilse, ya yeni bir örgütlenme içine girerek yeni bir devlet tesis etmiş ya da halihazırda “mutluluk verebilen” bir başka devletin hakimiyetini kabul etmişlerdir. Dünya siyasi tarihi aslında bir bakıma; “ben sizi mutlu yaşatırım” diyen bir devletin “hayır, ben sizi daha mutlu yaşatırım” diyen bir diğer devletle yaptığı mücadelelerin toplamıdır.
Tarihte, pek çok devlet halkına mutluluğu vadederek örgütlenmiş ancak pek azı iddiasını gerçekleştirebilmiştir. Roma İmparatorluğu, iddiasını gerçekleştiren bu az sayıdaki devletlerin ilk akla gelenidir. Roma İmparatorluğu, temelde saldırgan ve işgalci bir hareket tarzını benimsemiştir. Bünyesine kattığı her toplumdan ustalıkla beslenmeyi başaran Roma, zamanla kültürel bağlamda dünyanın en zengin devlet yapısına sahip olmuştur. Bu zengin devlet bir müddet sonra halkından gelen asırlık soruyla yüzleşmiştir: Bize neler vereceksin, bizi nasıl mutlu ederek sana bağlı kalmamızı sağlayacaksın?
Roma, bu soruya cevap vermeyi başarmıştır. Atalarının kanını oluk oluk akıtarak işgal ettiği ülkelerdeki halkları zenginliğe gark etmiştir. Bir kısmını yaşadıkları iptidai yaşamdan uzaklaştırarak yüksek Roma standartlarında yaşamlara kavuşmalarını sağlamıştır, bir karış toprak yahut bir kile buğday için birbirini öldürmekten çekinmeyen insanları Roma hukuku ile düzene sokmuştur. Kılıcından kan damlaya damlaya gittiği topraklar ve halklar bir müddet sonra Roma’nın sunduğu yüksek kaliteli yaşamın cazibesinden kurtulamamıştır. Modern Batı dünyasının entelektüel altyapısının ciddi bir kısmını Antik Yunan ve Roma’ya borçlu olduğunu bilmeyen yoktur.
Gel zaman git zaman Roma yönettiği halklara yetememeye başlamıştır. Tarih, boşluk kabul etmeyerek bu kez sahneye Osmanlı’yı davet etmiştir. Osmanlı Devleti, tarihte insan topluluklarına “insanca yaşamı vadeden ve bu vaadini dönemin şartlarında maksimum düzeyde sunabilen” ikinci devlet olmuştur. 623 yıl hüküm süren bu al-i devlet, halkları karizmatik ve gerçekçi ilkelerle ikna etmeyi başararak bünyesine katmakta büyük bir maharet göstermiştir. Hüküm sürdüğü topraklarda halklar altın çağlarını yaşamışlardır. Ancak bu devletin ömrü de nihayete ermiştir. İşte asıl kırılma bu noktada başlamıştır.
Osmanlı’dan doğan boşluğu pek çok devlet doldurmaya çabalarken aralarından sadece Amerika Birleşik Devletleri bunu yapabilmeye yaklaşmıştır. Yani etki alanını genişletirken, halklara sunacağı “mutluluğun” da vaadini vermiştir. Bu mutluluğun adına “demokrasi” demişlerdir. Savaşların olmadığı bir ülke mi istiyorsunuz? Demokrasi. Sağlıklı nesiller, düzenli bir hukuk sistemi mi lazım? Gereken tek şey demokrasi. İş, aş, eş… Demokrasi..!
Oysa sonuç şu ana kadar hiç de öyle olumlu bir tablo ortaya koymamaktadır: İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyada dilediği coğrafyaya “demokrasi” soslu mutluluğu götüren ABD’den geriye milyonlarca ölü insan ve harabelerden başka pek bir şey kalmamaktadır. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir diyen atalarımızın hesabı, ABD’den bundan sonra da farklı bir yaklaşım çıkmayacağı açıktır.
Peki, insanların insanca yaşayabileceği bir ortamı kim oluşturabilecektir? Kendileri yapamazlar mı, yani bir üst akla ihtiyaç duymadan mutlu bir düzen kuramazlar mı? Maalesef bin yıllardır insanlığın neredeyse tüm yaşanmışlığını üzerinde barındıran coğrafyalarda bu olası görünmemektedir. 400 yıl Osmanlı bayrağı altında, 50-60 yıl sömürgeci devletlerin bayrağı altında kısmen sükunetle yaşamayı başaran Ortadoğu, özgür kaldıktan sadece on yıllar sonra kan ve ölümün anavatanına dönüşmüştür. 550-600 gibi uzun bir dönemin ardından doğan boşlukta Sırp kasapları tarihin en vahşi katliamlarını tertip etmiştir. 360-400 yıl açlık nedir bilmeden yaşayan atalarının aksine esarete düşen milyonlarca Afrikalı, 100 yıldır açlıktan kıvranmaktadır. Bin kadı ile adaletin tesis edildiği coğrafyalarda 100 devlet huzuru tesis edememiştir.
Söyleyecek söz çok. Öz şu: Roma, halklara görece adil, eşit, sağlıklı, refah bir hayat sunma ülküsünü başarmış ve tacını Osmanlı’ya miras bırakmıştır. Osmanlı’daki bu taç ile 623 yıl görevini yerine getirmiştir. Artık adaletle ve insanca hükmetmek sırası, tacın gerçek sahibi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ndedir.
M. Fatih Akgül